© Dini Haberler 2020

Haftanın Vaazı, Öfkeyi Yenmek ve Hoşgörülü Olmak

​En güzel biçimde yaratılıp dünyaya gelen insan, nefsinde gizlenen fısk-u fücûr ve rûhunda bulunan takvâ temâyülleri ile baş başa bırakılmıştır.

En güzel biçimde yaratılıp dünyaya gelen insan, nefsinde gizlenen fısk-u fücûr ve rûhunda bulunan takvâ temâyülleri ile baş başa bırakılmıştır. Yâni insan, hayra da şerre de meyyaldir. Diğer bir ifadeyle insan iyiliği de kötülüğü de yapmaya yöneliktir. Bu bakımdan nefsi temizleme, kalbi arındırma ve ahlâkı güzelleştirme ile süflî sıfat ve temâyülleri temizlemek, rûhî sıfatları tekâmül ettirmek zarûreti vardır. Bu doğrultuda kulun evvelemirde bertaraf edeceği kötü ahlâk ise, hiç şüphesiz ki öfkedir. Zîrâ öfke, kötü ahlâkın en korkuncu, felâketi ve en müthişidir. Aklı ve gönlü perdeleyen bir gadap yani kızgınlık hâlidir. Öfkeli insan; iç dünyâsı “intikam, kin, hakâret, kavga ve cinâyet” gibi şerlerle dolu bir musîbettir.

Hayat kitabının öfke faslı, bir fâcia târihidir. Bu vahim tehlikeden kurtuluş çaresi, bu hoşa gitmeyen feveran karşısında kardeşlik ve sabır gücünü kullanmak, muvâzeneyi bozmadan sükûnete bürünmektir. Ebû Derdâ -radıyallâhü anh-, Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- Efendimiz’e:

“–Bana cennete girmek husûsunda bir şey öğret!” deyince; Fahr-i Kâinât Efendimiz:

“–Öfkelenme!”  (Buhârî, Edeb, 76; Tirmizî, Birr, 73) buyurdu.

Yine aynı şekilde bir kişi Peygamber Efendimiz’e:

“–Yâ Rasûlallâh! Çok şey belleyecek gücüm yok! Bana, seâdetime mûcib olacak kısa bir şey buyur!” deyince, ona da:

“–Öfkelenme!” (Buhârî, Edeb, 76; Tirmizî, Birr, 73) buyurdu.

Diğer hadîs-i şerîflerde de:

“Öfkesini tutanın Allâh Teâlâ ayıbını örter!” (İhyâ, III. 372),

“Allâh indinde rızâya nâiliyet için bir kulun öfke yudumunu yutmasından daha sevaplı bir yudum olmaz!” (İhyâ, III. 392),

“Güçlü ve kuvvetli pehlivan herkesi sallayıp yere yatıran değildir. Asıl kahraman kişi, öfke zamanında kendini tutandır.” (Buhârî, Edeb, 102; Müslim, Birr, 106-108) buyrulmaktadır.

Peygamberler, evliyâ ve ulemâ, öfkeyi yenmeyi telkîn husûsunda dâimî bir gayret ve hassâsiyet içinde bulunmuşlar ve daima bağışlama yolunu tercih etmişlerdir. Hazret-i Yûsuf’un, kendisine zulmeden ve öldürmeye kasteden kardeşlerini eline öc alma imkân ve kudreti geçtiği hâlde bağışlaması karşısında onlar:

قَالُوا تَاللّٰهِ لَقَدْ اٰثَرَكَ اللّٰهُ عَلَيْنَا وَاِنْ كُنَّا لَخَاطِـ۪ٔينَ ﴿91﴾

 “… Yemîn ederiz ki, hakîkaten Allâh seni bizden üstün kılmış. Gerçekten biz hatâya düşmüşüz.” (Yûsuf:12/91) diyerek yaptıklarına pişman olmuşlar, istiğfâr etmişler ve kendisine teslîm olmuşlardır.

Yûsuf -aleyhisselâm da, afvına ilâveten büyük bir fazîlet olarak:

.... لَا تَثْر۪يبَ عَلَيْكُمُ الْيَوْمَۜ يَغْفِرُ اللّٰهُ لَكُمْۘ وَهُوَ اَرْحَمُ الرَّاحِم۪ينَ ﴿92﴾

 “...Bugün size karşı hiçbir başa kakma ve ayıplama yoktur. Allâh sizi afvetsin; O, merhametlilerin en merhametlisidir.” (Yûsuf:12/92) buyurmuştur.

Merhamet ve afvediciliğin en güzel misâlleri Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in hayatında mevcûddur.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, amcası Hazret-i Hamza’nın ciğerini hırsla dişleyen Hind’i Mekke’nin fethi günü afvetmiştir. Kızı Zeyneb -radıyallâhü anhâ-’yı hâmile olmasına rağmen deveden aşağı düşürüp ağır bir şekilde yaralayan Hâbir bin Esed’i kelime-i tevhîd mukâbilinde afvetmiştir.

Bu ve benzeri misâller, Hazret-i Peygamber’in hayatında sayılamayacak kadar çoktur: Öfkelendiği zaman yerinden kalkmazdı. Hakk’a itiraz edilmesinin, hakkın çiğnenmesinin hâricinde öfkelenmezdi. Kimsenin farkına varmadığı bir hak çiğnendiği zaman da öfkelenir, hak yerini buluncaya kadar öfkesi devam ederdi. Ancak hakkı tevzî ettikten sonra sükûnete bürünürdü. Aslâ kendisi için öfkelenmezdi. Kendisini de müdâfaa etmez, kimseyle münâkaşaya girişmezdi.

O’nun bu hâli Hakk katında tebcîl ve tekrîm edilmiş, risâlet vazîfesindeki muvaffakıyetinin temel sâikının bu olduğu Kur’ân-ı Kerîm’de beyân buyurulmuştur:

فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنَ اللّٰهِ لِنْتَ لَهُمْۚ  وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَل۪يظَ الْقَلْبِ لَانْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَۖ  فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الْاَمْرِۚ  فَاِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰهِۜ اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّل۪ينَ ﴿159﴾

(Ey Rasûlüm!) O vakit Allâh’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şâyet Sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrâfından dağılıp giderlerdi. Şu hâlde onları afvet; bağışlanmaları için duâ et; iş hakkında onlara danış! Kararını verdiğin zaman da artık Allâh’a dayanıp güven! Çünkü Allâh, kendisine dayanıp güvenenleri sever.” (Âl-i İmrân:3/159)

Bir başka âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hakk, infâk ehli olan, öfkelerini yutan ve insanları afvedenleri ihsân sahipleri olarak tavsîf buyurur:

اَلَّذ۪ينَ يُنْفِقُونَ فِي السَّرَّآءِ وَالضَّرَّآءِ وَالْكَاظِم۪ينَ الْغَيْظَ وَالْعَاف۪ينَ عَنِ النَّاسِۜ وَاللّٰهُ يُحِبُّ الْمُحْسِن۪ينَۚ ﴿134﴾

 “O takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allâh için infâk ederler; öfkelerini yutarlar ve insanları afvederler. Allâh da, (bu şekilde davranan) ihsân sahiplerini sever.” (Âl-i İmrân:134) buyurmaktadır.

Rivâyete göre Câfer Sâdık Hazretleri’nin bir kölesi vardı. Kendisinin yakın hizmetlerini görürdü. Bir gün köle, getirmiş olduğu içi çorba dolu bir kâseyi kazârâ Câfer Hazretleri’nin üzerine döktü. Üstü başı çorbaya bulanan Câfer Hazretleri de, öfke ile kölenin yüzüne baktı.

Bunun üzerine köle:

“–Efendim! Kur’ân’da: «وَالْكَاظِم۪ينَ الْغَيْظَ » -öfkelerini yenenler- takdîr buyuruluyor!” dedi.

O zaman Câfer Sâdık Hazretleri:

“–Öfkemi yendim!” dedi.

Bu sefer köle:

“–Kur’ân’da aynı yerde: « وَالْعَاف۪ينَ عَنِ النَّاسِۜ  » -insanların kusurlarını bağışlayanlar- da takdîr buyuruluyor!” dedi.

Câfer Hazretleri:

“–Haydi bağışladım seni!..” dedi.

Bu defâ da köle:

“–Âyetin sonunda: «وَاللّٰهُ يُحِبُّ الْمُحْسِن۪ينَۚ» -Allâh ihsânda bulunan, iyilik eden kimseleri sever!- buyuruluyor!” dedi.

Bunun üzerine Câfer Sâdık Hazretleri:

“–Haydi git, hürsün artık; seni Allâh için âzâd ettim!..” dedi.

Bu hâdise, Kur’ân-ı Kerîm ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in ahlâkıyla ahlâklanmanın ne güzel bir tezâhürüdür.

Allâh rızâsına nâiliyet için öfkeyi yenmek mühim olduğu kadar yerine göre Allâh için öfkelenmek de ehemmiyetlidir.Bununla berâber öfkenin bu iki vechesi arasındaki inceliği net bir şekilde ayırt edebilmek ve ona göre davranabilmek oldukça zordur. Bu tefrîk, büyük bir firâset, olgunluk ve rikkat-i kalbiyye ister. Dolayısıyla Kur’ân-ı Kerîm’deki “öfkelerini yenenler”  ifâdesini, “öfkelerini kontrol edenler” şeklinde anlamamız da mümkün olabilir. Bu hususta en güzel nümûne Hazret-i Ali -kerremallâhü vecheh- tarafından sergilenmiştir.

Bir gazâda Hazret-i Ali, bir düşman neferini altına almış, onu öldürmek üzereydi. Ölümün pençesine kendisini kaptıran adam, âcizlik içinde iğrenç bir davranışa meylederek Hazret-i Ali’nin nûrlu ve mübârek yüzüne tükürdü.

Ehl-i Beyt’in bahâdır bir ferdi ve Allâh’ın arslanı olan Hazret-i Ali için cihâd meydanında alt ettiği kâfirin kellesini bir hamlede uçuruvermek, işten bile değildi. Fakat o, nefsinin galebesinden endişe ederek birdenbire durdu ve elindeki Peygamber armağanı olan zülfikârı yavaşça yere indirip düşmanını öldürmekten vazgeçti.

Yerde perîşân vaziyette yatan ve rakîbinin son bir hamlesiyle ölümü bekleyen adamcağız bu hâle pek şaşırdı. Zîrâ o, tükürmek sûretiyle yaptığı çirkin hareket neticesinde Hazret-i Ali’nin büyük bir hiddet ve öfkeyle öncekinden daha şiddetli bir mukâbele göstererek kendisini helâk edeceğini düşünmüştü. Fakat düşündüğü gibi olmadı. Hayâl edemeyeceği bir hakîkatle karşılaştı. İslâm ve gönül kahramanı olan Hazret-i Ali’nin bu davranışına akıl erdiremeyen o düşman kişi, hayret ve merakla sordu:

“–Yâ Ali! Beni tam öldürecekken niye durdun? Niçin öldürmekten vazgeçtin? Ne oldu ki, şiddetli bir hiddetten târifsiz bir sükûnete geçtin!.. Bir şimşek gibi çakmakta iken bir anda fırtınasız, sâkin bir hava gibi duruluverdin…”

4/13

 

Hazret-i Ali şöyle dedi:

“–Ben Hazret-i Peygamber’in bana armağan ettiği bu zülfikârı Allâh yolunda sallarım. Kâfir ve münâfıkların başını yine O’nun rızâsı için keserim. Buna da aslâ nefsimi karıştırmam. Çünkü ben, Allâh’ın arslanı ve onun kılıcıyım; nefsimin, kibir ve gurûrumun değil… Sen yüzüme tükürmekle beni kızdırmak ve hakâret etmek istedin. Ben o an hiddete kapılsaydım, seni nefsime tâbî olmak gibi bir mü’mine aslâ yakışmayan âdî bir sebeple öldürecektim. Halbuki ben, gururumu tatmin için değil, Allâh için gazâ etmekte idim.”

Neticede bu ulvî ahlâk-ı hamîde karşısında o düşmanın gönlü dirildi. Ardından dostluk sırrını kavradı ve Hazret-i Ali’nin hilm, müsâmaha, afv, merhamet, yumuşaklık ve nefse mukâvemetinden hisse alarak îmâna geldi.

Hazret-i Ali, kendi yüzüne tüküren adama ne ulvî bir kapı açtı. Kendisini öldürmek isteyen kimseye hayat bahşetti. Kendisine acı ve ızdırabı revâ görene hakîkî seâdeti lâyık gördü. Önünde ve ardında dipsiz kuyular açmak isteyene sonsuzluk ve lutuf semâlarına uzanan yüce bir köprü vazîfesi gördü.

Kendisi hakkında şer düşünen bir mücrimin dikenlerine gül ile mukâbele etti. Hırçın bir gönlü, eline ve yüzüne batan dikenlere aldırmadan engin ve tarifsiz bir merhamet suyu ile suladı ve müstesnâ bir gonca hâline getirdi. Kendisini büyü ve sihirleriyle korkutmak isteyen sihirbazları îmân lezzeti ile sürûra garkeden Hazret-i Mûsâ gibi davrandı. Onun bu üstün ahlâkı karşısında mel’ûn şeytan, hased ve kininden çatladı, beli kırıldı.

Allâh Teâlâ buyurur:

خُذِ الْعَفْوَ وَاْمُرْ بِالْعُرْفِ وَاَعْرِضْ عَنِ الْجَاهِل۪ينَ ﴿199﴾

“(Rasûlüm!) Sen afv yolunu tut! İyiliği emret ve câhillerden yüz çevir!” (el-A’râf:7/199)

Diğer bir âyet-i kerîmede de Hakk Teâlâ, kendisine samîmî kul olanların vasıflarını şöyle beyân buyurur:

وَعِبَادُ الرَّحْمٰنِ الَّذ۪ينَ يَمْشُونَ عَلٰى الْاَرْضِ هَوْنًا وَاِذَا خَاطَبَهُمُ الْجَاهِلُونَ قَالُوا سَلَامًا ﴿63﴾

“Rahmân’ın kulları ki, yeryüzünde vakar ve tevâzû ile yürürler, câhiller kendilerine (hoşa gitmeyecek) lâflar attığı zaman «selâm» derler (geçerler).” (el-Furkân:25/63)

Tâbiînin büyüklerinden İmâm Şa‘bî’nin, kendisine hakâret eden bir fâsıka:

“–Dediklerin doğru ise, Allâh beni afvetsin! Eğer yalancı isen, Allâh seni afvetsin!” şeklindeki fazîlet dolu mukâbelesi ne güzel bir nümûne-i imtisâldir.

Zünnûn-i Mısrî Hazretleri buyurur:

“Allâh dostu olup nefsin hasmı olmak gerekir; nefsin dostu olup Allâh’ın hasmı olmak değil!..”

Değerli Din Kardeşlerim!

İnsan nefis sahibidir. Nefsinin hoş karşılamadığı olaylar karşısında öfkelenir ve kızar. Dinimizde kızmamak değil, öfkesini yenmek istenmiştir. Dinimizin emirlerine uyup yasak ettiklerinden kaçan öfkesini yener, sabra kavuşur. Dinimiz, yapılması imkansız olan şeyi emretmez. Hadis-i şerifte buyruldu ki:
(Hak teâlâ, kendini sabretmeye zorlayanı sabretmeye muvaffak kılar.) (Buhari)

Gadaba gelmeyen, yani sinirlenmeyen insan olmaz. Kiminde az, kiminde çok olur. Gadap da bıçak gibidir. İyi işlerde kullanılırsa faydalı, kötü işlerde kullanılırsa zararlı olur. İnsandaki bütün huylar böyledir. İfrat ve tefritleri zararlıdır.

Resulullah efendimiz, nasihat isteyen bir kimseye, (Kızma, sinirlenme!) buyurdu. Birkaç kere sorduğunda, hepsine de (Kızma, sinirlenme!) buyurdu. (Buhari)

Gadabın [öfkenin] aşırı olmasına saldırganlık denir. Böyle kimse, hiddetli olur, kendine ve başkasına zarar verir, bu hâl, küfre götürebilir. Hadis-i şerifte, (Gadab imanı bozar) buyrulur.

Allahü teâlâ, öfkesini yeneni övmekte, fakat hiç öfkelenmeyeni övmemektedir. Hadis-i şerifte buyruldu ki:

(Yiğitlik, pehlivanlık hasmını yenen değil, öfkesini yenendir.) (Buhari)

İnsan, zevcesini ve çocuklarını gadap sıfatı ile korur. İslam düşmanlarına karşı, bu sıfat yardımı ile cihad eder. İslamiyet gadabın yok edilmesini değil, buna hakim olup, dine uygun kullanılmasını emreder. Allah için öfke, din gayretindendir. Taberani’deki bir hadis-i şerifte Enes bin Malik hazretleri, “Biz tartışırken, Resulullah efendimiz geldi. Bize öyle öfkelenmişti ki, hiç böylesini görmemiştik” buyuruyor.

Müslim’deki hadis-i şerifte, “Ben de insanım, diğer insanlar gibi kızarım” buyurdu. Fakat kızması onu haktan ayırmazdı. Öfkesini yener ve affederdi. Allahü teâlâ, iyileri şöyle övüyor:

اَلَّذ۪ينَ يُنْفِقُونَ فِي السَّرَّآءِ وَالضَّرَّآءِ وَالْكَاظِم۪ينَ الْغَيْظَ وَالْعَاف۪ينَ عَنِ النَّاسِۜ ....... ﴿134﴾

(Onlar, bollukta ve darlıkta da infak eder, öfkelerini yener, insanları affederler….) (A.İmran:3/134)

İnsanlar, kızmak, öfkelenmek yönünden farklıdır. Tirmizi’deki hadis-i şerifte: “İnsanlar çeşitli mizaçtadır. Kimi geç kızar, öfkesi tez geçer. Kimi çabuk kızar, çabuk yatışır, bu ise kendisini telafi eder. Kimi de tez kızar geç yatışır. En iyisi, geç kızıp öfkesi çabuk geçendir. En kötüsü de, çabuk kızıp geç yatışandır” buyuruldu.

Bir hadis-i şerifte de, (Mümin, tez kızar, tez barışır) buyruldu. Fakat (Mümin hiç kızmaz) buyrulmadı.

Öfkeyi yenmenin fazileti ile ilgili hadis-i şeriflerden birkaçı şöyle:
(Kim Allah rızası için öfkesini yenerse, Allahü teâlâ da ondan azabını def eder.)  (Taberani)

        (Öfkesini yeneni, Allahü teâlâ korur ve düşmanını ona boyun eğdirir.) (Buhari)

Hiddeti yenmek :

Hiddetli ortamı değiştirmek ve kızgınlık alevlerini söndürmek, beş şeyle mümkündür:

1- Böyle bir zamanda Cenab-ı Hakkın isimlerini zikretmek. Çünkü Allah’ı anmak, Allah’tan korkmaya sebep olur. Allah korkusu da taat ve af gibi güzel hasletlerin gelişmesini sağlar. Böylece, Allahü teâlâyı anmakla, hiddetin ateşi sakinleşip söner.

2- Suçluyu affetmenin ve bağışlamanın sevap olduğunu hatırlamalıdır. Bu hatırlayış kişiyi sevaba sevk eder, suçluları bağışlayanlara Cenab-ı Hakkın vaat ettiği Cennet nimetlerini elde etmeye sürükler, kızgınlığı giderir; serkeş nefsi kahrederek sahibini, huzurlu bir ortama doğru iter.

3- Kızgınlığını giderip, yumuşaklık göstererek affedici olursa, insanların, kendisine sevgi besleyeceğini hatırlamak. Bu taktirde insanların sevgisini elde etmek ve onlar arasında saygıdeğer bir kişi olmak ideali, hiddet hâlinin gitmesine sebep olabilir.

4- Kızgınlık zamanındaki halden başka bir hâle geçmek. Mesela otururken kalkıp gitmek gibi. Halife Memun hiddetlenince, derhal orayı terk ederek hiddetini yenmeye çalışırmış!

5- Kızgınlığın sonunda doğacak acı pişmanlığı, intikamın çirkinliğini ve kolaylıkla giderilemeyecek acı sonuçlar doğuracağını düşünmek. Yani öfkelendiği şeyin bir musibet olduğunu kabul edersek, sabretmeli bunun sayısını artırıp başka musibetlere yol açmamalı. Elini kana bulayabilir, hapislere düşebilir, yuvasını dağıtabilir veya büyük maddi zararlara uğrayabilir. Bir musibete sabretmemekle dünyasını ahiretini mahvedebilir.

Dinin emrine uyan kimse bile bile kızıp öfkelenmez. Kızsa da, sinirine hâkim olur. Zaten dinimiz kızmamayı değil, sinirine hâkim olmayı emrediyor. Her insan kızabilir, ama kızınca, dinin dışına çıkmamalı, zararlı iş yapmamalı.

Kızıp öfkelenen kişi euzü besmele ile Felek ve Nas surerini okumalı ve sakinleşmeye çalışmalıdır. Çünkü kızıp öfkelenenin aklı örtülür. İslamiyet'in dışına çıkar.

Konu ile ilgili birkaç hadis-i şerif meali şöyledir :

“Öfkelenen, dilediğini yapmaya gücü yettiği halde, yumuşak davranırsa, Allahü teâlâ da onun kalbini emniyet ve iman ile doldurur.” (İbni Ebid-dünya)

“Öfke, şeytandandır. Şeytan, ateşten yaratılmıştır. Ateş, su ile söndürülür. Öfkelenince abdest alın!” (Ebu Davud).
       “Sinirlenen, ayakta ise otursun. Öfkesi geçmezse yan yatsın.” (Ebu Davud)

Ayakta olanın intikam alması kolaydır. Oturunca, azalır. Yatınca, daha azalır. Sinirlenmek, kibirden doğar. Yatmak, kibrin azalmasına sebep olur. Kızınca, “Allahümmagfir li-zenbî ve ezhib gayza kalbî ve ecirnî mineşşeytân” = “Ya Rabbi, günahımı affeyle. Beni kalbimdeki öfkeden ve şeytanın vesvesesinden kurtar” okumak, hadis-i şerifte bildirildi. (İbni Sünni)

Öfkeye sebep olan kimseye yumuşak davranamayan kimse, onun yanından ayrılmalı, ondan uzak durmaya çalışmalı.

İSLAMDA HOŞGÖRÜ VE MÜSAMAHA :

İslâm; kelime olarak güven, selâmete erdirmek, esenliğe çıkarmak ve karşılıklı emniyet ve barış tesis etmek gibi manalarının yanında, hoşgörü ile doğrudan alakalı olarak sulh, barış, anlaşma, uzlaşma gibi anlamları da ihtiva ediyor.

Hoşgörü (müsamaha): Farklı görüş ve davranışları tahammülle karşılama, önemli olmayan hata ve kusurları bağışlama anlamına gelen bir terimdir.

8/13

Bizden olmayan veya bizim gibi olmayan başkalarına karşı güçlük çıkarmama, onlara müdahale ve baskıda bulunmama ve onların ufak farklılık ve kusurlarını görmezden gelme demektir. Bir ahlak kavramı olarak hem bireysel ve hem de toplumsal düzeyde önem verilmesi gereken bir tutumdur. (Şamil İ.Ans. Müsamaha Md.s. 80 )

İnsanlarla iletişim kurmak kaçınılmaz bir zorunluluktur. Sağlıklı bir iletişim için de hoşgörü ve müsamaha gereklidir. Müslümanlar dinlerini tebliğ, emri bi'l-ma'ruf nehy-i ani'l-münker, gibi dini görevlerini hoşgörüyle yerine getirirler.

Hoşgörünün temelinde sevgi vardır.

Sevginin müslüman'ın davranışlarına yansıyan şekli hoşgörüdür. Sevgi ile ilgili olarak Peygamberimiz, kamil imanın kaynağını yine sevgiye bağlamakta ve şöyle buyurmaktadır:

لِنَفْسِهِ يُحِبُّ مَا لِأَخِيهِ يُحِبَّ حَتَّى أَحَدُكُمْ يُؤْمِنُ لَا

"Sizden biriniz nefsi için sevdiğini mü'min kardeşi için de sevmedikçe gerçek mü'min olamaz." (Buhari, İman, 12)

Başka bir hadisi şerifte ise şöyle buyurulur:

"Allah'a yemin ederim ki; sizler iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de gerçek iman etmiş olamazsınız. Yaptığınızda birbirinizi seveceğiniz bir şey öğreteyim mi? Aranızda selamı yayınız." (Müslim, İman, 81)

Yine O: "hoşgörü ile davrananın hoşgörü ile mukabele göreceğini" (İbn Hanbel, I, 248); "Dünyada Allah'ın kullarına hoşgörülü davrananlara Allah'ın kıyamette görevli meleklerine hoşgörülü davranmalarını emredeceğini" (İbn Hanbel, I, 5) haber vermektedir.

Peygamber (s.a.v.) Efendimiz hoşgörülü bir insandı. O en azılı düşmanlarına karşı bile hoşgörülü davranmış bu müsamaha nedeniyle birçok kişinin kalplerini yumuşatarak Cenab-ı Mevla'nın izniyle iman etmelerini sağlamıştır.

Allah Resulü'nden Hoşgörü Örnekleri :

O'nun hayatı, savaş ortamları dahil, sayılamayacak kadar hoşgörü ve affın örnekleriyle doludur. Bazılarını hatırlayalım:

Akrabalarını İslam'a davet için gittiği Taif'de taş yağmuruna tutulmuş, ayakları kanlar içinde kalmıştı.

Cebrail'in; "Allah'ın selamı var; istersen şu tepeleri Taif halkının üzerine yıkacak ve onları helak edecek..." demesine karşılık, asla böyle bir şey istemediğini belirterek ellerini açmış ve şu duayı yapmıştı:

"Allah'ım (şu) kavmimi (topluluğu) hidayete ulaştır; çünkü onlar (Seni ve Beni) bilmiyorlar!" Çünkü O, kan dökmek ve insanları yok etmek için değil, dalaletten hidayete çıkararak gerçek varlığa kavuşturmak için gönderilmişti. Bu tavır ve dua, tam da O'nun bu vasfına yakışmaktaydı. Nitekim, Taif halkı yıllar sonra İslam'la şereflenmişlerdi.

Mekke'nin, kan dökülmeden fethedilmesinin ardından Allah Resulü, bir zamanlar Müslümanlara yapmadıkları hakaret, zulüm ve işkence bırakmayanlara karşı umumi af ilan etmişti. Muktedir olduğu halde intikam almamıştı.

Bedir esirlerine yaptığı muamele ne kadar anlamlıydı!..Onlara bir misafir gibi davranmanın yanında; okuma-yazma bilen her esiri, on müslümana okuma-yazma öğretme karşılığında; zengin olanları fidye vermek şartıyla, hiçbir özelliği olmayanları da bir şey beklemeden serbest bırakmıştı. Bu nasıl bir hoşgörüydü; düşmanını yok etmek yerine, meziyetlerinden istifade etmeyi tercih ediyordu!

Necran'dan gelen hıristiyan bir grubun, Mescid-i Nebevi'nin bir köşesinde kendi inançlarınca ibadet etmelerine müsaade buyurmuşlardı. İnanç ve ibadet özgürlüğünün, müsamahanın bundan daha güzel pratik örneği nasıl olabilirdi?!

Allah Resulü'nün hoşgörüsü ibretlerle doluydu. Ve O, hoşgörüyü insanları kazanmak ve eğitmek için vazgeçilmez bir vasıta olarak yapıyordu. Ashabına hep; تُنَفِّرُوا وَلا وَبَشِّرُوا عَسِّرُواوَلا يَسِّرُوا "Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin" (Buhari; İlim, 11) düsturunu öğütlüyordu. Kendileri de daima bu prensip üzere hareket ediyorlardı.

Bedevini biri mescidin bir köşesine küçük abdest bozmaya başlar. Olaya şahid olan ashabdan bazıları, adama bağırırlar ve üzerine yürürler. Rahmet Peygamberi, onlara mani olur ve; "Bırakın (işini görsün)... Sonra bevlinin üzerine bir kova su dökün; zira siz güçlük değil, kolaylık göstermek üzere gönderildiniz" buyururlar. Sonra bedeviyi yanına çağırarak ona şöyle nasihatte bulunur: "Bu mescidler ne bevil, ne de başka pislik içindir; buralar, Allah'ı anmak, namaz kılmak ve Kur'an okumak için yapılmıştır" (Buhari; Vudu',58; Edeb,35).

Kendini İncitene de Hoşgörülüydü :

Rahmeten li'l-Âlemin olan Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, Mescid-i Nebevi'den çıkarken bir bedevi eteğini çekti ve; Develerimi buğdayla yükle! Çünkü sendeki mal ne senin ne de babanın malıdır! dedi.

Bu ani ve kuvvetli çekme neticesinde Allah Resulü'nün ridasının yakası, mübarek boynunu kızartmıştı. Peygamber Efendimiz bu harekete üzülmüştü.

Bedeviye; "Önce, beni incittiğinden dolayı özür beyan et; sonra da ben senin istediğine bakarım" buyurdular. Bedevi özür dilemeyi gururuna yakıştıramadı ve; Özür beyan etmiyeceğim, dedi ve bu sözleri birkaç defa tekrarladı. Rahmet Peygamberi, ona ahlak ve edeb dersi vermek istiyordu; ama o hiç oralı olmuyordu. Yüce Peygamber, bedevinin sözüne hiç ehemmiyet vermedi ve ashabından birine dönerek; -"Bu adam için şu develerin birine arpa, diğerine hurma yükle!" diye emredip yoluna devam etti. (Ebu Davut; Edeb).

O, savaşta bile hadde tecavüz etmemeyi, kimseye zulmetmemeyi; çocuklara, yaşlılara ve kadınlara asla dokunmamayı, düşmana ait dahi olsa hayvanları telef etmemeyi, meyveli ağaçları kesmemeyi emreden rahmet peygamberi idi. Onun savaşı imha değil, ihya gayelerini taşırdı. O, savaşı bile rahmete dönüştüren bir Allah elçisiydi.

Dinimizin bu hoşgörüsü yakınlarımızdan başlayarak hangi din, dil ve ırktan olursa olsun bütün insanları kapsar.

Sosyal Münasebetlerde Hoşgörü :

Kaba, sert, acımasız olmak ve katı yüreklilik insanları kendimizden uzaklaştıran müslümana yakışmayan özelliklerdir. Bunun için Yüce Allah bu tutumun doğuracağı zararlı sonucu bize bildirerek, kabalık ve katı yüreklilikten bizleri sakındırmıştır.

Hoşgörü; birlik, beraberlik, kardeşlik içinde sağlıklı bir toplumun temel harçlarındandır.

Allah'u Teala insanları, birbirileriyle olan iyi münasebetleri bozucu tutum ve davranışlardan sakındırarak böyle durumlarda nasıl bir tavır sergilenmesi gerektiğini bizlere şöyle açıklıyor:

"Rahmân'ın (has) kulları, yeryüzünde tevazu ile yürürler ve kendini bilmez kimseler onlara laf attığında (incitmeksizin) ‘Selâm' der (geçerler)" (Furkân: 25/63),

Kasas Suresi'nde ise müminlerin bu halleri şöyle detaylandırılır:

"Onlar, boş söz işittikleri zaman ondan yüz çevirirler ve ‘Bizim işlerimiz bize, sizin işleriniz size. Size selâm olsun. Biz kendini bilmezleri (arkadaş edinmek) istemeyiz' derler." (Kasas: 28/55)

"O takva sahipleri ki, ...öfkelerini yutarlar ve insanların kusurlarını affederler. Allah, iyilik edenleri sever." (Âl-i İmran :2/134) Ayet-i kerimeden anlaşıldığına göre bir mümin, kendisinin hoşuna gitmeyeceği bir manzara ile karşılaştığında gayet müsamahalı ve hoşgörülü davranmalıdır.

Sokakta: Sokağa tükürmek, çöp atmak, geliş geçişe mâni olmak, tiksindirici çirkin şeyler bırakmak, görgüsüzlüktür. İhtiyar, kadın ve hastalara her zaman öncelik verilir. İhtiyaçları varsa yardımcı olunur.

Yürürken: Pek yavaş veya pek hızlı ve büyüklenerek yürümemelidir! Kur'an-ı kerimde, "Böbürlenerek yürüme" buyuruldu. Yolda, büyük bir zat veya bir âlim ile beraber giden kimse, onun önünden ve solundan değil, sağından yürür.

Komşulukta: İyi geçim, karşılıklı yardımlaşma, dert ve sevinçlerine iştirâk, her karşılaştıklarında selâmlaşma, hal hatır sorma, birbirinden isteklerini imkan ölçüsünde temin etme önemli görgü kurallarındandır. Gürültü, çöp, pislik, rahatsız edici koku ve benzeri şeylerle komşuları rahatsız etmek hiç hoş karşılanmaz. Komşu kadın ve çocuklarına ayrı bir îtinâ, hürmet ve şefkat gösterilir.

Öncelikle yakın çevremize hoşgörü :

Hoşgörüde esas olan kendi içimizde meydana gelen problemleri anlayışla karşılamak ve dışarıya karşı göstermiş olduğumuz hoşgörüyü evvela yakın çevremize, dost, akraba ve diğer bütün kardeşlerimize göstermektir ki bu, gerçek hoşgörü kahramanı olmanın temel vasfıdır.

Yaradılanı Hoşgör Yaradandan Ötürü (her şeye):

Hoşgörü, bir insanın güzel/müsbet yanlarını öne çıkarmak ve ondan hareketle o insanda güzelliğin ve iyiliğin hakim olmasını sağlama yöntemidir.

"Elif okuduk ötürü / Pazar eyledik götürü

Yaratılanı hoş gördük / Yaratan'dan ötürü" (Yunus Emre).

Hoşgörü bir olgunluğun, sabrın, nezaketin ve faziletin neticesidir. İnsanları kendi yararına ve Hak hesabına kazanabilmenin yolu hoşgörüden geçer. Hoşgörü sadece insanlara değil, Yüce Allah'ın yarattığı bütün mahlukata da gösterilmelidir.

Hoşgörü, çevremizde olup biten şeyleri anlayışla karşılayarak gayet sabırlı olup onları hoş görmektir.

Müslüman kişi merhamet sahibidir, affedicidir. Yaratılanlara merhamet gözüyle bakar. "Güzel bakan güzel görür" anlayışı ile hareket eder.

Hoşgörü; Nereye Kadar?

Hoşgörü; dini esaslardan, adaletten fedakarlık anlamına asla gelmez. Bir toplumda hırsıza, caniye, zaniye, rüşvetçiye, zalime müsamaha gösterilirse, o toplumda huzur ve barıştan bahsedilemez. Hele Allah Resulü'nün işaret buyurdukları gibi makam, şöhret ve zenginlik sahibi olanlar aynı suçu işlediği zaman dokunulmaz; zayıf ve güçsüz olanlar suç işlediklerinde cezalandırılırsa, artık o toplum yaşanmaz bir karmaşaya ve helake sürüklenir.

İbn Abbas (r.a) dan: Rasulullah(s.a.v)'a : "Dinlerden hangisi Allah'a daha sevimlidir?" diye soruldu. Rasulullah (s.a.v): -" Tevhidden ayrılmadan müsamahalı olanıdır" buyurdu. (Ahmed, Müsned, 2003)

Hoşgörü derken, bunu milletimizin ve ülkemizin geleceğini tehlikeye sokacak, tarihimizi, millî-manevî değer ve dinamiklerimizin tahribini netice verecek davranışlara karşı hoşgörülü olunması söz konusu değildir. Zaten başkalarının hukukunun söz konusu olduğu bir yerde müsamaha gösterme, kimsenin hakkı değildir. Nefsimize ait meselelerde fedakârlıkta bulunabiliriz; fakat toplumun hakkını fertlere bağışlama, topluma karşı işlenmiş bir haksızlık olur.

Hz. Enes (r.a)'in rivayetine göre Hz. Peygamber (a.s) şöyle buyurmuştur: "Sizden biri, kendi için sevdiğini kardeşi için de sevmedikçe gerçek imana eremez." (Buhârî, İman 6; Müslim, İman 71, (45); Nesâî, İman 19, (3, 115); Tirmizî, Sıfatu'l-Kıyamet 60, (3517); İbnu Mâce, Mukaddime 9, (66).

Birlikte huzur içinde yaşamanın temel şartı, karşıdaki insan haddi aşmadığı müddetçe, onun yaşam biçimine, düşüncelerine saygı duyabilmektir ki insanlık da bunu gerektirir. Saygı duymak, yani hoş görmek...

Sohbetimizi hoşgörü ustalarının öğüdü ile bitirelim :

- “ Yıktığın varsa yapacaksın.

Ağlattığın varsa güldüreceksin.

Döktüğün varsa dolduracaksın.

Çıplakları giydirecek, açları doyuracak. Az halkı çok edeceksin. Ve en önemlisi :

Eline,diline, beline sahip olacaksın !”

Hoşgörülü olacaksın.

 

Hazırlayan: Bahattin TAMA

 

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER