Her insanın, BİRİNCİ DERECE görevi?
20 Yıldan bu yana, Prof. Dr. Faris Kaya hocamın tavsiyesi üzerine, Kur’ân-ı Kerimi defalarca meâliyle beraber hatmetmeye çalışıyorum. Her seferinde de farklı farklı âyetlerin mesaj ve ihtarlarıyla sarsılıyorum. “Acaba önceki okuyuşlarımda, bu kadar çok önemli bir mesajı niçin fark edememişim” diye de onlarca kez hayret etmişimdir.
Bu minval üzere; önceki gün yine böyle bir sarsıntı geçirdim ve bu ilâhî mesajları, çevremdeki esnaf ve dostlarıma şöyle iletmeye çalıştım:
-Sizin bu iş yerindeki, birinci derecedeki esas göreviniz nedir?
-Benim esas görevim, mağaza sorumluluğu, ön hazırlıklar, vitrinlerin düzenlenmesi, satış elemanlarının eğitimi, müşteri ilişkileri vs.
-Peki, patronunuz size “hâ, bu işlere dalarak, öğle yemeğinizi de unutmayın” dese, siz bundan ne anlarsınız? Diye sorduğumda, neredeyse onlarca kişi de şu anlamda cevaplar verdiler.
-..Demek ki birinci derecedeki görevlerimiz o kadar çok önemli ki, onları yerine getirirken, kendimizden de geçebileceğiz. Bu nedenle de “öğle yemeğinizi de unutmayın hâ” diye ikaz ediyor diye düşünürüz. Vb. gibi cevaplar aldıktan sonra, her işyerinde de sohbetime şöyle devam ettim:
-Şimdi açın bakalım akıllı telefonlarınızı. Kasas Sûresi, 77. Âyeti bulun ve birlikte okuyalım. Bakalım Rabbimiz bize ne buyuruyor? Bu âyeti önce bulan, okumaya başlıyor:
-“Allah'ın sana verdikleriyle âhiret yurdunu kazanmaya bak. Dünyadan nasibini de unutma. Allah sana nasıl ihsanda bulunduysa, sen de öylece insanlara iyilik yap. Memlekette bozgunculuk yapmaya da kalkma. Çünkü Allah bozguncuları sevmez.”
-İlk cümlede belirtilen birinci derecedeki esas görevimiz neymiş? Bu geçici dünyada Âhiret yurdumuzu kazanmaya bakmakmış, değil mi? Bu görev o kadar çok önemli ki, (yukarıdaki örnekte olduğu gibi) buna dalıp ta “Dünyadan nasibini de unutma” diye ikaz ediliyoruz. Çok ilginç...
Yani, birinci derecede esas görevimizi, hakkıyla ve lâyıkıyla yerine getirmeye çalışırken, asla çoluk çocuğumuzu, kendimizi, akraba ve komşularımızı, ev veya diğer ihtiyaçlarımızı, tahsilimizi, vatanımızı, milletimizi vs. ihmal etmeyeceğiz. Tabii ki ikinci derecede…
Peki, bu teferruatı nereden anlıyoruz?
Aynı âyetin devamındaki; ..Allah sana nasıl ihsanda bulunduysa, sen de öylece insanlara iyilik yap. Memlekette bozgunculuk yapmaya da kalkma. Çünkü Allah bozguncuları sevmez.” İkazlarından anlıyoruz…
Ben bunları anlattığımda bir genç: “Hocam, kusura bakmayın ama biz bu mecburiyeti bilmiyoruz. Âhiret yurduna niçin ve nasıl hazırlanacağız? Bunun için 24 saat bile zor yeter!” anlamında birbirine bağlı sorular sordu. Cevap olarak dedim:
-Bu işyerine geldiğinizde, ilk önce buraya niçin alındığınızı ve çalışma kurallarını öğrendiniz. Aynı şekilde; dünyaya gelip akıl baliğ olduğunuzda, niçin bu dünyaya alındığınızı, buraya getirilme sebep ve gâyenizi de öğrenmek zorunda olduğunuzu da bilmek zorunda değil misiniz?...
Bakınız Yüce Yaratıcı olan Allah cc, bizler işe dalıp bunları ihmal etme ihtimalini de bildiğinden, KUR’ÂN göndermiş. Kur’ânı açıklamak için Hz. Muhammed’i SAV göndermiş. Peygamber varisleri olan İslâm âlimleri ve Bediüzzamanlar görevlendirmiş. Bu kadar da kopya verilmesine rağmen, bunlara niçin alâkasız kalıyoruz? Niçin gözlerimizi kapatıyoruz?
Gözlerini kapayan, sadece kendisine gece yapar. Gözümüzü açıp bir bakalım:
Mülk S., 2. Âyet: “O Allah ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır. O, mutlak galiptir, çok bağışlayıcıdır.”
Zâriyât S. 56. Âyet: “Ben cinleri ve insanları, ancak bana ibâdet etsinler diye yarattım!”
Mü’min S. 39. Â.: Şüphesiz bu dünya hayatı, geçici bir eğlencedir. Ama Âhiret, gerçekten (sürekli) kalınacak yurttur.
Elbette bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıptır.
Dünya fâni, ÖLÜM ÂNÎ.
Ya bunları öğrenmeden sizlere ve bizlere ölüm gelseydi, hâlimiz nice olurdu?
Sorunuzun ikinci kısmı olan “..24 saat bile zor yeter! ..yani, bu esas görevimizi nasıl yerine getirebiliriz ki?”
Hani, yukarıdaki âyetin sonunda “O Allah ki ..çok bağışlayıcıdır” ..buyurulmuştu.
O Allah ki; bizlere öyle kolaylıklar ikram etmiş ki, beş vakit namazımızı dosdoğru kılıp, büyük günahlardan da kaçarsak, her namaz arasındaki diğer meşru çalışmalarımız da, dinlenmelerimiz de tahsilimiz de İBÂDET hükmünde sayılacaktır.
Allaha cc Binlerce şükürler olsun…
NETİCE: Beş vakit namaz, Kur'an ile Sünnet ile icmâ-i ümmet ile kesin bir farzdır. Böyle bir farz yoktur diyen kâfir olur. Bunları bilememek veya öğrenmemek, Mahkeme-i Kübra’da asla mazeret sayılmayacak. Çünkü bizlere AKIL verilmiştir. Kitap olarak, Kur’ân gönderilmiş. Muallim olarak en doğru sözlü olan Hz. Muhammed görevlendirilmiş. Okuyup öğrenmek, vacip kılınmış. Bunları yerine getirecek kadar da bir ömür verilmiş. Geç kalanlar için de, tövbe ve istiğfar ile boşa geçmiş hayatındaki kusurlarının af edileceği de vâad edilmiş. Zümer S., 53. Âyet: “Ey günahta haddi aşan kullarım, Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin! Zira Allah, bütün günahları affeder. O, gafururrahimdir, affı, merhameti çoktur.” Hatta ıztırar lisanıyla tövbe edilirse, geçmişteki günahları SEVABA çevrilecek. İşte Furkan S., 70. Âyet: “Ancak tevbe eden ve güzel bir iş yapanlar müstesna. Onların kötülüklerini Allah iyiliklere çevirir. Çünkü Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.”
Ne mutlu bu gerçekleri, ölüm gelip çatmadan öğrenenlere ve kurtuluşa erenlere...
Facebook Yorum
Yorum Yazın