Bir Hayal Kutumuz Olsun!

  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Yorumlar
Bir Hayal Kutumuz Olsun!
Gözleri bir deryaydı. Evet, evet uçsuz bucaksız bir derya… Oraya her daldığında ne çıkmak istiyordu, ne de enginliğinden yana endişeler taşıyordu. Nasıl taşısındı ki! Meftundu o gözlere. Üstelik bir ayetin gölgesinde vurulmuştu ilk olarak. Bir ayetin serinliğine talip olma muradıyla bakmış ve vurgun yemiş gibi olmuştu.

Gözleri bir deryaydı. Evet, evet uçsuz bucaksız bir derya… Oraya her daldığında ne çıkmak istiyordu, ne de enginliğinden yana endişeler taşıyordu. Nasıl taşısındı ki! Meftundu o gözlere. Üstelik bir ayetin gölgesinde vurulmuştu ilk olarak. Bir ayetin serinliğine talip olma muradıyla bakmış ve vurgun yemiş gibi olmuştu. 

Vurgun yemişti hisleri… Vurgun yemişti hayalleri… Vurgun yemiş üstüne bir de çoraklaşmış bir vadiye dönmüştü yüreği… Buna rağmen ürkmemiş, adımları endişeler diyarına hiç mi hiç meyletmemişti. Yepyeni bir sayfa açılmıştı hayatında. Gözlerinde umudu görmüş sevgiyi okumuştu ilk bakışta. O ilk ve tek bakışta! 

Evet, tek bakış! Zira bir dahaki derin bakışı nikâh bağıyla bağlandıklarından sonra doğrultmuş ve yine aynı derya ile karşılaşmıştı. Aynı derin, manalı ve biraz da mahzun bakışlarla… Aynı umut, sevgi ve güven veren bakışlarla… 

“Siz onlar için libassınız, onlar da sizin için libastırlar” sırrını, adeta damarlarına yayan gözler! Ve “Aranızda bir sevgi ve muhabbet var ettik” hakikatini anlatan, kavratan, derin derin solutan bakışlar… 

Bunlar, Allah’ın emri ve Peygamber Efendimiz’in kavli ile birleşmek isteyen her gönlün muhakkak tattığı/tadacağı duygulardı! Öylesine emindi ki bundan… Ve evlenip yuva kuran her mümin erkek ve kadının, derin duygular eşliğinde unutulmaz anlar yaşadığından… İlk adımı sevgi, heyecan ve umut eşliğinde kararlıca attıklarından… Baş başa tarifsiz güzellik ve özellikte hislerle dolup taştıklarından… Birlikteliklerinin yalnızca bu dünyayı değil, sonsuz bir hayatı da kapsayacağı inancıyla birbirlerine bağlandıklarından… 

Hal böyleyken saman alevi gibi sönmemeliydi o ateş. Sönemezdi! Bir boran, bir fırtına gibi gürleyip geçmemeliydi o esinti. Geçemezdi! İlk sendeleyişte düşmemeliydi o bedenler. Düşemezlerdi! İlk anlaşmazlıkta kopmamalıydı bağlar. Koparamazlardı! İlk hayal kırıklığında silinmemeliydi güzellikler. Silemezlerdi! 

Tüm bunlar, kadir-kıymet bilmezlerin, korkakların, vefasızların, kendine hayrı dokunmazların işiydi. Ancak böylelerinin yapabileceği şeylerdi. Erdemli insanın harcı da değildi, aklının kârı da! 

Öyle ya, insan hep aynı hal üzere kalamazdı ki! Haliyle gözler de her dem deryalık edemeyebilirdi… Eşler her vakit birbirlerine ilk günkü gibi iştiyak ile yanaşamayabilirlerdi. Birinden biri, zaman içerisinde biraz huysuz, biraz tatsız, biraz gergin, biraz donuk, biraz ‘bambaşka’ olabilirdi pekâlâ! Bu gayet normal, gayet ‘insanca’ değil miydi? 

Hem maharet dediğin; deryalığı bir kez atfettiğin göze her dem dalabilmek değil miydi? O gözler kızgınken de… Üzgünken de… Boğukken de… Hatta hissizlikten kaskatı/ruhsuz kesilmişken de. 

Düşünüyordu da bazı eşler, farkına bile varmadan birbirinin, o vaktiyle bayıldıkları özellik ve güzelliklerini kendi elleriyle yok ediyorlardı. Ne acıydı bu! Ne korkunç! Daha ilk değişim/dönüşümde “Vay be demek sen buymuşsun! Ne mal olduğun açığa çıktı bakıyorum…” türevinden söylemlerin önünü tıkadığı ne muazzam yükselişler çöküşe geçip dibe vurmuştu, kim bilir. Kaldı ki ‘değişim’ diye addettikleri; ‘eş’ olmalarının, ‘bir’ olmalarının en tabi bir sonucu değil miydi? Kişi kendi başına kaldığında takındığı tavrın birebir aynısını, girdiği ortamlarda ve ilişki kurduğu tüm insanlara karşı da sergiliyor muydu yani? Dolayısıyla eşlerin birbirlerine karşı, kendilerine karşı oldukları kadar dürüst olmalarının nesi kötü, nesi ikiyüzlülük, nesi aslını ifşaydı? 

Öte yandan insan zayıftı. Zayıflığını en çok en yakınına gösterendi. Eşler birbirlerinin en zayıf, en savunmasız anlarına şahit oluyorlardı. Ve tabi en hırçın… En çekilmez… En kötü… Bazen de en acımasız ve en umarsız hallerine… Böyle durumlarda kapıyı vurup çıkmak yerine başka bir yol izlenemez miydi, sahi? O hata, o kusur, o yanlış yüze vurulup da kırmak/incitmek/bozmak yerine yapıcı bir tutum sergilenemez miydi? Bir mürşit, bir doktor, bir bahçıvan edasıyla yarenlik edemez miydi yekdiğerine? Güzel hatıraların devreye girmesi sağlanamaz mıydı? En güzel anların yaşattığı o emsalsiz duygular yetiştirilemez miydi imdada? 

Aslında evet, bir hayal kutusu olmalıydı insanın! İçinde ilklerini ve enlerini, itinayla muhafaza ettiği… En güzel ve özel demlerini özenle sakladığı… Adeta ilk yardım kutusu gibi, yaraları sarmak, acıları dindirmek, tedavi etmek için kullandığı bir hayal kutusu. Unutulmaz anların otağı… Hakkı ve sabrı tavsiyenin en güzel boyutu… ‘Libas’ olmanın en tabi sonucu… Sevmenin, sevilmenin, istemenin ve istenmenin; o güzel demlerin hatırı… 

Evet, evet birbirinin mürşidi olmalıydı eşler. Hatalarına, kusurlarına, acizliklerine rağmen sevip saymalıydılar birbirlerini. Oldukları gibi kabul etmeli ancak olduklarının çok ötesine taşımanın derdini de mutlaka gütmeliydiler. Beraber yürümeliydiler seyr-i sulûk yolunu. Birbirlerini destekleyerek yer yer iterek çıkmalıydılar kemalat merdivenini. Fark ettirmeliydiler farklarını, güzelliklerini, yeteneklerini, inceliklerini en başta birbirlerine. Ve fark edilen olmasını sağlamalıydılar. Yükselen olmasını… İlerleyen olmasını… Günden güne gelişen, güzelleşen, derinleşen, ehilleşen, hissileşen… 

Hem değil mi ki; bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardı! O acı, o azcık kahvenin koca kırk yıl hatırı vardı da; ilk buluşmanın, ilk konuşmanın, ilk yanaşmanın hatırı, sinirler tepeye çıkıncaya kadar mıydı? Ya da sözüm ona ilk hayal kırıklığı yaşanıncaya kadar mı? Allah adına verilen bir söz ve sağlamlaştırılan bir bağ, bir fincan kahve kadar liyakati hak etmiyor muydu yani? Birbirlerinin gözlerinde ve gönüllerinde sarhoşluğu tadıp kendinden geçmiş iki bireyi kırk yıl bir arada huzurla, mutlulukla, hüzünle, acıyla, sevinçle, insani tüm duygularla tutacak bir liyakatte değil miydi gerçekten de? 

Bir hayal kutusu olmalıydı kadının! Bilhassa kadının… Unutmayı en iyi bilen oydu zira. Yeri gelince hatırlamayı; hatırına geleni kullanmayı da… Onun düşüncelerinin akisleri berrak ve nazik oluyordu çoğunlukla. Ustalıkla kullanabiliyordu kadın, hatırladıklarını. Bu nedenle bir hayal kutusu olmalıydı onun ve içine sadece güzellikler doluşturmalıydı. Ağrına giden hallerde, çıkarıp hemencecik aldığı bir baş ağrısı hapı gibi… Taşıyamadığı anlarda, bir kaşık içtiği hazımsızlık şurubu gibi… Üzüntüden kasvete bürünen vakitlerde, ağzına atıp çiğnediği bir tablet mide ilacı gibi… Gerginliğin hat safhada olduğu demlerde, içtiği bir ölçek pasiflora gibi… Ama hiçbiri değil ve hepsinden daha etkili. Daha değerli. Daha ulaşılabilir. Daha güvenilir. Daha sevecen. Daha ‘insanca’. Daha ‘mümince’. Ve çok daha erdemlice! 

Evet, bir hayal kutusu olmalı kadının! İçinde sevgi, umut ve güven dolu anılarını biriktirip cömertçe harcadığı… Eşinden yana. Çocuklarından yana. Ailesinden yana. İsteklerinden yana. Beklentilerinden yana. Aldıkları ve verdiklerinden yana. Yaşadıkları ve yaşamayı umduklarından yana. Dünya ve ahretten yana… 

Muhakkak olmalı! 

Ki; tüm güzel hatıralar hatırda tutulsun. Kanlı canlı dursun. Gönle huzur göze sürur olsun… 

Ki; unut-ul-manın elemi muhabbete ve yuvaya musallat ol-a-masın… 

Elif Yüksek | Nisanur Dergisi | Şubat 2018 – 75. Sayı 

 

Diyanetliler Platformu  Grup sayfamıza katılmak için >>> TIKLAYINIZ

Dini Haberler Grup sayfamıza katılmak için >>> TIKLAYINIZ

Diyanet Duyurular Sayfamız için TIKLAYINIZ

 


  • 0
    SEVDİM
  • 0
    ALKIŞ
  • 0
    KOMİK
  • 0
    İNANILMAZ
  • 0
    ÜZGÜN
  • 0
    KIZGIN
Arabacı Görevini Nevzat Ayhan'a BıraktıÖnceki Haber

Arabacı Görevini Nevzat Ayhan'a Bıraktı

Diyanet 09.03.2018 Tarihli Cuma HutbesiSonraki Haber

Diyanet 09.03.2018 Tarihli Cuma Hutbesi

Yorum Yazın

Başka haber bulunmuyor!