Asuman Düzgün

Asuman Düzgün

Mail: 42asuman@gmail.com

KUSURDAKİ GÜZELLİK

Yunus Emre bir dizesinde: “Bir avuç toprak, biraz da suyum ben. Neyimle övüneyim, işte buyum ben.” diyor. İnsanı yüceltenin kendi acziyetini farketmesinde yattığını gösteriyor bize. Bir nevi kendini bilme hali. Sınırlarını, zaaflarını ve ihtiyaçlarının sınırsızlığını anlatıyor zarifçe. Övünülecek ve kusursuz olanın insan olmadığını anlıyoruz. Ve insan ruhunun    kusursuzu aramaya duyduğu özlemi. İnsanın tevazu sahibi olmasının altında  elinde her ne varsa kendisine ait olmadığının farkında olması yatıyor. Aldığım  nefesi dahi verebilmemde hiçbir etkimin olmadığını bilmek, muhtaçlığımın soluk soluk büyüdüğünün göstergesi.

İnsan, fani ömrünün seyrini bilmesine rağmen çok cahil, bir o kadar gafil yaşayabiliyor. İnsan olmanın imzası gibi duran kusurluluk gömleğini ise hiç giyesi gelmiyor. İnsanın kusurlu yanlarını görmesi ve o yönlerini onarma çabasıyla kusursuz olan cennete ehil hale geleceğini biliyoruz. Kendini tanımasıyla başlayan süreçte bir mihenk taşı hükmünde eksiklikleri gösteren ölçü birimiyle  noksan yönleri kendine ayân oluyor. Eğriye eğri diyebilmek için doğrunun nerden geçtiğini bilmek gibi. Aldığımız hasar ve yaralarla kemâle erme yolculuğundaki seyrimizi görüyoruz. Ve kusurun kula yakıştığını da. Bazen insanın bu mükemmeli arama çabası en güzeli ararken güzeli kaçırmasına neden olabiliyor. Belki burada itidal üzere yaşamak ve ortayı takip etmek diyebiliriz. Bir de güzel bir nazarla olaylara bakabilmek. Parçaya değil bütüne baktığımızda anlamlı gelen yapboz parçaları gibi. Güzellik bütünde gizli olabiliyor. Hayatımızın bir kesitinde yaşadığımız olumsuz bir olay bütünde bize ders veren bir eğitici hükmüne geçebiliyor. Kainata verilmiş ince ayarın kendi hayatımızın bütünlüğünde de varolduğunu görebiliyoruz.

Bazan iç tasarım yapan mağaza vitrinlerinde gördüğümüz hiç alakasız görünen bir objenin, çok güzel ve mükemmel dediğimiz birşeyin yanına konması, bizi o vitrine daha çok yaklaştırıyor ve onu bize daha doğal gösteriyor. Bir kuyumcu dükkanının vitrininde altın madenin yanında duran kurumuş bir dal parçası, çok hoşumuza gidebiliyor. Tamlık iddiası taşımaması belki de bize onu güzel gösteren. Tamlık iddiası taşıyan  ham ruhlar, bizi her zaman daha fazla yoruyor.  Bizler kusurumuzu örtmekle değil, kusurumuzu bilip görerek kusursuz Olan’ı görmekle ve göstermekle mükellefiz. Burada kişinin kendi acziyetini görmesi devreye giriyor. Acizlik ise doğru anlaşıldığında ve kullanıldığında insanı sonsuz bir kuvvete bağlar. İnsanın bir hiç olduğunu bilme makamı diyebiliriz. Diyebiliriz ki kul, rabbine karşı kusurlu, davranışları ile hasarlı ve olgunlaşma sürecinde yaralı bir hal üzere insan olmanın makamında yaşıyor.

Nasıl ki kul, kusuru ile güzel, kusuru onu sürekli rabbine yöneltiyor, kendisindeki acziyeti  farkettiriyorsa aynen bunun gibi günlük hayatın içindeki eksiklik, çiziklik, hastalık veya uyumsuzluk gibi görülen durumlar da belki bizleri hakiki güzelliğe götürüyor olabilir. Hayatın içinde varolan ölüm, gündüzün sonunda gelen gece, kıştan sonra beliren yaz, hep güzel olanın döngüsü. Zira, güzelin güzelliğini arttıran, çirkinin çirkinliğidir. Gündüzü aydınlık kılan gecenin karanlığıdır. Herşey zıddıyla varoluyor. Düz bir çizgiden fazla manâ çıkmaz, onun değişken şekilleri anlam ifade eder. Yeknesaklık insan ruhunda heyecan uyandırmaz. Biz bazen yaşadığımız hayatın düz bir çizgi gibi hep güzelliklerle  dolu olmasını isteriz. Ama EKG'de kalp ritminin kağıt üzerine oluşturduğu zikzak görüntülerin yaşam belirtisi olduğu gibi, inişler çıkışlar, sürçmeler, düşmeler bir yaşam belirtisidir. Öyle ki ritimdeki çizgi düzleştiğinde insanın ölüme yürüdüğü düşünülür. Hayat belki de kusurlu yönlerimizle mücadele etmektir. Buradaki amaç kusursuzluk iddası değil, kendi içimizdeki insan-ı kamil olma seyrimiz. Açılan yaralarımıza şifa verecek bir kulluğa iltica etmek belki de.Ya da cihad-ı ekberin  devreye girdiği kısım.

Bizlerin hayatın içinde yaşadığı bu tökezlemeler insan olma yolculuğumuz için kıymetli adımlar. Her ne kadar ilk etapta yaşadığımızda moralimizi bozulsa da, uzun vadede bizi zenginleştiren değerli hazineler. Kendimizi onarmamıza yarayan, kusurdaki güzellikler diyebiliriz. Yeter ki eksik yanlarımızı görerek, kendimizi rehabilite etmesini bilelim. Yoksa  kırıklıklarımız, yaralarımız ve yalpalamalarımız olmasa nasıl olgunlaşacağız?  Efendimiz(sav)bu konu ile ilgili bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyuruyorlar:  "Mümin taze ekin gibidir. Olgunlaşıncaya kadar rüzgâr onu eğip büker; bazen yere yatırır, bazen de doğrultur (ama o kırılmaz)..." ”(M7094 Müslim, Sıfâtü"l-münâfikîn, 59) Kul olmanın şartının defaatle elekten geçme olduğunu yaşadığımız hadiselerin diliyle okuyabiliyoruz. Bir müslüman, aldığı hasar ve yaralarla bir takım sıkıntılar, çileler çekebilir. Yine hayatın içinde bir takım sınanmalar yaşayabilir. Ama ânın geçiciliğinin farkında olarak gelen misafirin bize ikram ettiklerine odaklanabilmek önemli duruyor. Bir bebeği düşünelim, yürümeyi alışırken kaç kez düşüp kalkar fakat yürüme isteğinden hiç vazgeçmez. Her defasında yeni bir hevesle tekrar yeniden başlar. Bu minik eğiticilerden bir ders çıkaracaksak kendimize, hazır olmalıyız hayat yolunda düşe kalka yürümeye. Ve her düşmeden sonra hevesle  ilk adımı atmak için tekrar ayağa kalkmaya.

Asuman DÜZGÜN

Eğitimci

Facebook Yorum

Yorum Yazın