A.Raif ÖZTÜRK

A.Raif ÖZTÜRK

Mail: araifozturk@hotmail.com

Judo final müsabakasından, Hârika bir sahne.

1984 olimpiyatları ve Judo final müsabakası başlıyor. 
Minderde Mısırlı Judocu Muhammed Ali Rasvan, rakibi ise Japon Yaşuhiro Yamashita idi. Önceki müsabakaları sırasında Yamashita'nın sağ kasları yırtılmıştır ve bu final karşılaşmasına da zorunlu olarak, tam iyileşmemiş biçimde yani sakat çıkar.  

Olayı hatırlamayanlar veya gençlerden bilmeyenler, videosunu bulup izlerse görecekler ki Yamashita sol ayağıyla normal yürüyor, sağ ayağını peşinden sürüklediği fark ediliyordu.  

Maç sırasında Muhammed Ali'nin antrenörü, kenardan sürekli şöyle bağırır:  

-"Sağ bacağına oyna!", “bir darbelik canı var.” "sağ bacağına vur!..."  

Hakikaten maçı izleyen herkes de görüyordu ki Muhammed`in, rakibinin sağ ayağına bir defa vurması yetecekti. Fakat bunu o, bilinçli olarak yapmıyordu. 
Rakibinin bu acizliğinden yararlanmadı ve neticede yenildi. 

Yenilince de ikinci oldu ve gümüş madalya ile yetinmek zorunda kaldı.  

Maçtan sonra etrafını saran bütün gazetecilerin sorusu aynıydı:  

-"Antrenörünün söylediğini, niçin yapmadın?..."   

Mısırlı Müslüman sporcunun o müthiş cevabı karşısında, herkes şok olmuştu:  

-“Benim Yüce dinim insana, yaralıya, hele de onun yaralı yerinden vurmayı yasaklıyor. Eğer o bu durumdayken bir de ben oradan yüklenip oraya vursaydım, o insan ömür boyu sakat da kalabilirdi. Bir madalya için bunu ona yapamazdım” der. 

Muhammed Ali bu tavrı nedeniyle, her yerde ayakta alkışlandı ve Uluslararası Fairplay Komitesi 1984 Fairplay Ödülüne layık görüldü.  

Daha sonra gittiği Japonya’da da onu bir kral gibi karşıladılar.  

  • Şimdi lütfen şu neticeye DİKKAT edelim! O sene, onun bu tavrından etkilenip, binlerce kişinin İslam’ı inceleyip Müslüman olduğu kayıtlara geçti… 
    .............. 
    Sporcu Muhammed, hiç kimseye "Müslüman olun" dememişti. Müslüman olmaları için artı bir çaba da sarf etmemişti.  

Sadece MÜSLÜMAN gibi davranmıştı ve bu davranışı binlerce kişiye yetmişti. 

Şimdi de Bediüzzaman Hz.’nin bu konudaki yakarışını hatırlayalım:  

“Eğer biz doğru İslâmiyeti ve İslâmiyete lâyık doğruluğu ve istikameti göstersek, bundan sonra onlardan [diğer din mensuplarından İslâm’a] fevc fevc [akın akın, cemaat cemaat, bölük bölük] dâhil olacaklardır."  

Bir başka ifadeyle: "Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin [İslam ahlakının] ve hakaik-i imaniyenin [îman hakikatlerinin] kemalâtını [mükemmelliklerini] ef'alimizle [yaşantımızla] izhar etsek, [göstersek, uygulasak] sair dinlerin tâbileri, elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler. Belki Küre-i Arzın bazı Kıta’ları ve devletleri de İslâmiyete dehalet edecekler." (Tarihçe-i Hayat, Birinci Kısım: İlk Hayatı, 74.)  

Benzer bir örnekle konumuzu noktalayalım:  

O kendi halinde bir tüccardı. Bir gün kumaşları gemiye yükledi. Endonezya’ya gitti, oraya yerleşti. İşini orada devam ettirdi. Kumaşları kaliteliydi ve tam da halkın aradığı cinstendi. Kendisi de kanaat sahibi bir insandı. Kazancı az olsun, temiz olsun düşüncesindeydi. Bir gün geç geldi iş yerine. Eleman iyi bir kâr elde etmişti sattığı mallardan.  

Merak etti, sordu: 
-Hangi kumaştan sattın?  

-Şu kumaştan sattım efendim.  

-Metresini kaça verdin?  

-On akçeye.  

-Nasıl olur? ..diye hayret etti.  

-Sen beş akçelik kumaşı, on akçeye nasıl satarsın?  

-Efendim, o kişi bu fiyata hiç itiraz etmedi ki! 

-Hayır, hayır!... Yüce dînimizin prensiplerine göre, bu adamcağızın bize hakkı geçmiş. Görsen onu tanır mısın? Dedi. Eleman “evet, tanırım” deyince patron; “hemen onu bul ve buraya davet et” diye âcil talimat verdi. 
Eleman gitti, müşteriyi buldu, getirdi.  

Dükkân sahibi müşteriyi karşısında görür görmez, helâllik istedi ve büyük miktarda olan fazla parayı müşteriye uzattı. Müşteri çok şaşırmıştı. Böyle bir durum ile ilk defa karşılaşıyordu.  

-Ne demekti hakkını helâl et?...  

Bu olaydan sonra her gördüğü kişiyle bu konuyu paylaştı. Olay kısa sürede dilden dile dolaştı. Çok geçmeden kralın kulağına kadar vardı. Sonunda kral kumaş tüccarını saraya çağırdı. Kral sordu:  

-Sizin yaptığınız bu davranışı daha önce biz ne duyduk, ne de gördük. Bunun aslı nedir?  

-Ben, dedi tüccar, bir Müslüman’ım. İslâm dini böyle emreder. O müşterinin bana hakkı geçmişti. Dolayısıyla kazancıma haram girmişti. Ben sadece bir yanlışı düzelttim. 

Bunun üzerine Kral:  

-İslâm nedir, Müslümanlık nedir? ..gibi peş peşe sorular sordu.  

Bütün sorularını Müslüman tüccar birer birer cevapladı. Kral ilk defa duyuyordu böyle bir dinin varlığını. Fazla zaman geçirmeden İslâm’ı kabul etti.  

Daha sonra ise kısa süre içinde de halk çoğunlukla Müslüman olmaya başladı.  

İşte, 250 milyonluk nüfusa sahip olan bugünkü Endonezya’nın Müslümanlığı kabul etmesindeki sır, sadece şu beş akçelik kumaştı. Evet; yapılan tek şey vardı sadece: İnandığı gibi yaşamak, sahip olduğu İslâmî güzellikleri çevresiyle paylaşmaktı. Yani, asıl etkili olan söz dili değil, hal diliydi. Yani, konuşmaktan çok yaşamaktı.   

Anlatmaktan ziyade, davranış dilinin devreye girmesiydi. (Bkz.: İman Hayata Geçince. M. Paksu) 

Evet dostlar, Bediüzzaman Hz. yukarıdaki haykırışında ne kadar çok haklı olduğu anlaşıldı, değil mi? Pek tabiidir ki bizler de doğru İslamiyet’i doğru öğrenerek, titizlikle hayatımıza uygulayacağız ve hem kendimizi kurtaracağız, hem de başkalarının kurtuluşlarına vesile olacağız, inşallah.  

Hadîs-i şerifte vardır ki: “Bir adamın, senin vesilenle imana gelmesi, sana; sahra dolusu kırmızı koyunları tasadduktan daha hayırlıdır.” (Emirdağ Lâhikası-I sh: 104.) 

SON SÖZ: İslâm âleminde, çoğunlukla bunun tam tersi yaşanıyor ve insanlar özendirileceğine, ürkütülüyor. Buna sebep olanlar da gerçekten çok ciddi vebal altındadırlar… 

Facebook Yorum

Yorum Yazın