Türkiye gündemine damgasını vuran sorular ve cevaplar
Gerek zihinsel, gerek düşünsel, gerekse duygusal anlamda ziyadesiyle istifade ettiğim “Sorusunu Bulan Cevaplar” kesinlikle başka sorusunu bulan cevapların yer aldığı ikinci bir kitapla devam etmeli. Selma Çayan yazdı.
Sorusunu Bulan Cevaplar, -“esas” üzerine mütâlaalar- alt başlığı ile Mahya Yayınlarıtarafından yayımlanmış bir Necdet Subaşı eseri. Kitabın 2007-2018 yılları arasında yazarla yapılan çok farklı konulardaki söyleşileri içermesi ve söyleşiler vesilesiyle sorulan soruların yazarın heybesindeki birikimin bir nebze de olsa gün yüzüne çıkmasına fırsat vermiş olmasıyla ilintili olarak kendisine böyle bir isim verilmiş olmalı.
Kitabın içindekiler kısmına baktığımız zaman yazara ait bir sunuş yazısının ardından 2007’den başlamak suretiyle 2018'e kadar sırasıyla yıl üst başlığı altında o yılda yapılan ve sayıları yıllara göre değişen ve söyleşiyi yapan kişinin adıyla adlandırılarak sıralanan tam otuz altı adet söyleşiyle karşılaşıyoruz. Burada söyleşiyi yapan kişinin adıyla isimlendirilen her bir söyleşi, ilgili sayfada içeriği hakkında da ipucu veren ilk yayımlandığı zamandaki adıyla çıkıyor karşımıza ve söyleşinin ismine iliştirilmiş dipnotta da söyleşinin yapıldığı tarih hakkındaki bilgi yer alıyor. Söyleşilerde ele alınan konular yazarın yer yer bürokratik yer yer akademik yer yer de entelektüel ilgileriyle kesişen bir yapı arz ediyor.
Kitapta yoğunluklu olarak üzerine konuşulan konu, yazarın bir dönem koordinatörlüğünü de yaptığı “Alevi Açılımı” olarak karşımıza çıkıyor. Haziran 2009 tarihinde başlayıp Aralık 2009’da nihayete eren çalıştayların çeşitli boyutlarıyla ilgili olmak koşuluyla sürecin en yakın tanıklarından biri olan yazarın, kendisine yöneltilmiş onlarca soruya verdiği cevaplar sayesinde o zaman diliminde orada olup bitenleri neredeyse anbean takip etmek ve gerek Alevi sorunu gerekse “Alevi Açılımı” hakkında yeter derecede fikir sahibi olmak mümkün oluyor.
Ürküten soru: Biz kimiz?
Alevi sorununu ele alırken, Alevilerin kendilerinin dahi “Biz aslında neyiz?” sorusunun cevabından ürktüğüne dikkat çeken yazar, bunu, Alevilerin saymakla bitmeyecek kadar çok birbirinden farklı yapılara ayrışmış olmasına bağlıyor. Bu kadar çok çeşitliliğin ister istemez Aleviliğin ne olduğu ya da olmadığı noktasında tanımlanmasını zorlaştırdığını, aynı zamanda her bir farklı grubun devletten yana beklentilerinin ya da korkularının da değişmesine sebep olduğunu ifade ediyor. Mesela; zorunlu din dersleri, Diyanet’in bazı temel Alevi klasiklerini yayımlaması, Alevi çalıştaylarının yapılma amacı her bir grup tarafından farklı şekillerde yorumlanıyor ve değerlendiriliyor. Öyle ki bu yorum ve değerlendirmeler; zorunlu din dersleri konusunda, bazı grupların devletin tamamen vaz geçmesini arzu ederken bazı gruplarınsa yeni ve aşınmamış bir müzakere diline kulak verebileceğini söylemelerinde olduğu gibi kimi zaman taban tabana zıt bir görünüm bile arz edebiliyor.
Yazar, Alevi çalıştayları vesilesi ile bir araya gelmesi mümkün görülmeyen bir topluluğun aynı sorun etrafında konuşmak üzere aynı masa etrafında toplanmış olmasını çok önemsiyor. Çünkü Alevilerin hem kendileriyle hem de devlet ile ilk kez bir araya gelmelerinin bu çalıştaylarla gerçekleşmiş olduğunu düşünüyor. Altısı açık sonuncusu kapalı olarak gerçekleştirilen her bir çalıştayın akabinde kendisiyle çeşitli söyleşiler yapılan yazar, her zaman tarafsız olmaya dikkat ederek nesnel bir bakış açısıyla süreci değerlendirmeye çalışıyor. Yazarın, hem olaylar arasında bağlantı kurma yetisinin gelişmiş olması hem de araştırma ve inceleme yapmaktan hoşlanan yapısıyla tarihsel belgelerden haberdar olması, gözlem ve görüşme yöntemlerinin de işin içine girmesiyle Alevi sorununa vukufiyetinin tam olarak gerçekleşmesini sağlıyor. Sosyolog olmanın bütün avantajlarını kullanan yazarın bu durumu; kendisine yöneltilen kimi zaman soğukkanlı, kimi zaman kışkırtıcı, kimi zaman besleyici nitelikteki sorulara itidalli olmayı asla göz ardı etmeksizin her daim oldukça kapsayıcı cevaplar vermesini sağlarken ayrıca sorun ve süreç hakkında yaptığı değerlendirmelerin sağlığını ve niteliğini artırıyor.
Din, dindarlık ve dinî hayat
Kürt sorunu hakkında özellikle “anlamak için yeni bir dil kurmak” gerektiğini savunan yazar, silahı değil çözümü, katletmeyi değil diriltmeyi, yok etmeyi değil var etmeyi önceleyen bir dilden bahsediyor…
Din sosyologu olması hasebiyle din, dindarlık, dinî hayat gibi alanların akademik ilgilerinin merkezinde yer alması kaçınılmaz olan yazarın bu konularda kendisine yöneltilen sorulara verdiği cevaplarda da din, dinî hayat, dindarlık ve din temelli hareketliliklerin toplumsal evrenimizdeki aktüel karşılıkları gösterilmeye çalışılıyor.
Mezhep kavramı hakkında yöneltilen sorularda da ne mezhebi/mezhepleri yerden yere vurmayı ne de kendi mezhebini göklere çıkarmayı asla düşünmeyen yazar, yine sağduyuyu elden bırakmayan bir tavırla, kapsamlı analizlerle, güçlü yorumlarla mevcut fotoğrafı değerlendiriyor. İslam'ın yüzyılları bulan geleneği içinde mezhep farklılıklarının kelimenin tam anlamıyla zenginleştirici bir fenomen olarak değerlendirildiğini ifade ederken modern diskur içinde şekillenen laik hassasiyetlerde mezhep olgusunun ayrıştırıcı, bölücü, parçalayıcı bir yapı olarak kodlandığını dillendiriyor.
15 Temmuz darbe girişimiyle ilgili söyleşide “28 Şubat'la 15 Temmuz'u kesintisiz bir şekilde birbirine bağlayan şey, dinin her durumda pazarlığa açık bir istismar ve istihdam alanı olarak görülebilmesidir.” diyen yazar; bizi dinden koparmak isteyenlerle, kendi dinî söylemleriyle boğmak isteyenler arasında hiçbir farkın olmadığını açıkça beyan ediyor.
İç aydınlatan başlıklar
Sorusunu Bulan Cevaplar içerisinde “DAEŞ”, “İslamofobi”, “Yeni Anayasa”, felsefe, korku ve Diyanet tarafından yayımlanan İslam Ansiklopedisi hakkında gerçekleştirilmiş söyleşiler de var. Fakat bunca kallavi meseleler arasına serpiştirilmiş öyle dört tanesi var ki, onlar insana; kıştan sonra gelen baharın sıcaklığını, yağmurdan sonra ortaya çıkan gökkuşağının kucaklayıcılığını, sıkıntıdan sonra gelen ferahlığın iç açıcılığını yaşatıyor. Dünyaya henüz merhaba diyen minik bir bebeğin tatlılığını, rengârenk çiçeklerin rayihasını, güle meftun bülbülün şakımasını hissettiriyor. Kimi zaman çaresizlik içinde kıvranırken “Ah, bir gelen olsa, bir elimden tutan… Bir yol yordam gösteren… Örnek olan, önderlik yapan, ışık tutan, ağabeylik/ablalık, hocalık yapan… Ah, biri çıksa da gelse…” diye diye seslerimizi semaya yükselttiğimiz demler için sanki kabul olunmuş bir dua gibi karşımıza çıkıveriyor bu yazılar ve gökte ararken aradığını yerde bulanın tatlı heyecanını ve şaşkınlığını yaşatıyor. Bu buluşma ile kendiniz için daha önceden çizdiğiniz yol haritası güncelleniyor, ilgi alanlarınız çeşitleniyor, öncelikleriniz yer değiştiriyor. Hayallerinizi gerçekleştirebileceğiniz konusunda güven tazeliyor, hedeflerinize ulaşma noktasında kararlılık gösterir hâle geliyorsunuz. Israrla altını çizdiğiniz, hatta yetinmeyip ilk fırsatta tekrar tekrar okumak için bir yerlere not ettiğiniz kimi cümleler en başta kalbinize iyi geliyor sonra çevrenize… “Hepimizin hayatında hiçbir şekilde gözden çıkaramayacağı birileri olmalı.” “İnsan kendini kurtarmayı önceleyip sadece buna niyetlenmeyince kimseye varsa bile rahmeti dokunmuyor. Başkasına rahmet olmanın yolu kendine rahmet yağmasından geçiyor.” ”Yazmanın bir fıkhı varsa okumanın da vardır, buna inanıyorum. Eğer yapıp ettiğimiz hemen her şeyden hesaba çekileceksek buna okuduklarımız da dahildir.” “Kalp meğer ne güzel ayraçmış, duygu ne tatlı bir yoldaşmış.” Bunlar, onlarca cümleden sadece birkaç tanesi…
Kronolojik sıralama yerinde olmuş
Sorusunu Bulan Cevaplar’ı okurken, sıklıkla ele alınan konu olan Aleviliğin arasına dahil olan farklı bir konuyla karşılaştığım zaman “Söyleşilerin yapıldığı tarih, kitabın iç kısımda verilmek yerine içindekiler kısmında verilerek tarih sırasının değil de öncelikli olarak konu bütünlüğünün gözetildiği ama her bir konuda yine tarihi sıranın dikkate alındığı bir sıralama tercih edilseydi…” diye düşünmedim değil. Ama kitabı okumayı tamamlayıp, yazar kitabını okuyucusuna nasıl takdim etmişti, merakıyla yeniden sunuş yazısına döndüğüm zaman, tabii ki kitabı okumaya sunuş yazısından başlamıştım, ama ilk okuyuşta fark etmediğim bir şekilde sanki böylesi bir düşünce ya da itiraz yazar tarafından önceden tahmin edilmişçesine verilmiş bir cevapla karşılaştım. Yazar tam bir netlikle söyleşileri kendi aralarında türlerine ya da konularına göre ayırıp düzenlemeyi tercih etmediğini, aksine Türkiye bağlamına sosyal bilimsel bir ilgiyle dikkat kesilmiş bir Müslüman akademisyenin zihinsel dönüşümünün doğrudan takibini kolaylaştırmak adına söyleşileri belli bir kronolojik akışta sıralamayı daha uygun ve açıklayıcı bulduğunu ifade etmişti. Bunun üzerine düşündüm biraz, kitabın tanziminin daha farklı olabileceğine nasıl ihtimal verdim ki, dedim, teeddüp ettim. Zira ben daha önce yazarın daha farklı kitaplarını da okumuştum ve okuduğum her kitapta benim en çok dikkatimi çeken hususlardan bir tanesi de yazarın hayatı asla parçalamayı düşünmeden olduğu gibi alması ve onu bir bütün hâlinde kabul etmesiydi. Hayat denen şey, ne zaman ne olacağı önceden kestirilemeyen sürprizlere her zaman açıktı. Dolayısıyla kitabın akışı da hayatın akışına muadil olmalıydı.
Gerek zihinsel, gerek düşünsel, gerekse duygusal anlamda ziyadesiyle istifade ettiğim Sorusunu Bulan Cevaplar kesinlikle başka sorusunu bulan cevapların yer aldığı ikinci bir kitapla devam etmeli, yazar bu kitabın devamını getirmeli. Bunun için de soru sahipleri harekete geçmeli. Şimdiden bir dua, bir teşekkür kabilinden olmak üzere, var olsunlar…
Selma Çayan
- 0SEVDİM
- 0ALKIŞ
- 0KOMİK
- 0İNANILMAZ
- 0ÜZGÜN
- 0KIZGIN
Yorum Yazın